Kadın haykırıyordu çarşının ortasında: “Nankörsün evet nankör.” diye. Gök gürlüyordu ama kadının sesi göğü bastırıyordu. Bir insan nasıl da ciğerden yanar, içten ağlar onu ispat ediyordu cümle aleme kadıncağız. Gürleyen gök sağanağa gebeydi. kadın da gözyaşına…
Ah cancağızım! Benim de yaralandığım dostlarım oldu, hem de yüreğimden. Hiç mi hiç acımadılar hani şöyle açıp da göğüs kafesimi gösterebilseydim yaralarımı oturup benimle acı çekerdin. Bundan şüphem yok çünkü aynı yerden yaralananlar birbirinin halinden daha iyi anlar.
Yağmurun altında akan bir ton gözyaşı… Sana bunu reva görene yuh olsun; seni böylesine ağlatana, gözyaşlarını akıtana ve canını ağrıtana!
“Nankörlük be üstadım, kızdığım budur!” dedi ağlamaklı. “Nankörlük mü?” O zaman iyi dinle beni. Önce şu yağmurun altından kaçalım; bir çay ocağına yahut kahve diyarına kapak atalım, olur mu? Öylesine masumane bir “Olur.” dedi ki gök üzerime yıkıldı adeta! Gözlerimden yağmurlar aktı ömrümün has bahçesine. İçim ıslandı.
Oturduk bir kahve diyarında. Islaktık ama kimin umurundaydı. Buram buram yalnızlık kokuyorduk, dem tutuyorduk hüzne ve telve oluyorduk hayalimizde büyüttüğümüz fallara.
Uzun konuşacağım nankörlük üzerine ve sen de uzun dinleyeceksin. Maksadım muhabbetti çünkü onu bir an için de olsa fırtınalı ruh halinden sakin limanlara taşımak istiyordum.
Bir gün, nankörlük eden birisine şunları söylemiştim. Eksiğim olabilir ifade olarak, yanlışım, belki de öfkem… Beni her halimle şimdiden hoş görmeni istiyorum.
“Mesele değil bunlar, sen anlat lütfen!”
” Dinle o vakit.”
Sana güzel şeyler söylemek isterdim: “ahde vefalı, insana saygılı, kıymetbilir” diye ama hiçbir şey diyemiyorum, sana sarf edilecek güzel sözlere kıyamıyorum çünkü boşa gidecek.
Sana güzel şeyler söylemek isterdim. Cemal diyecektim yüz güzelliği anlamında. Lakin c’si gitti mal’ı kaldı, güle güle kullan lakabını. Bu da nankörlüğün için hediyemdir. Hem cana gelen sana gelsin diye espri de yapıyorum. Bil; görmediğin kıymetimi, anlamadığın hikmetimi!
” Dehşet bir kapak yapmışsın.”
” Hak etti ama!”
Sana güzel şeyler söylemek isterdim. Lakin mevzu sen olunca o kadar kurak oluyor ki dilim; bir çölleşiyor, bir yavanlaşıyor ki! Ne mübareksin, nankörlüğün bereketini de götürüyor! Şimdi gözümde bir kuru dalsın ve vakti gelince orta yerinden çatlarsın.
Sana güzel şeyler söylemek isterdim. Gül diyecektim ve kokacaktın, bülbül diyecektim şakıyacaktın, aşk diyecektim yaşayacaktın. Nereden bilecektim bu dünyanın şaşkını olacağını?
“Bu da iyiymiş, tebrik ederim.”
“Bence de.”
Aşmışsın kendini, yaratmış olduğun hayali dağların zirvesinde tek başına krallığını yaşıyorsun. Bir zulmetin içinde belanı arıyorsun; iyiliğin içinde kötülüğü, güzelliğin içinde çirkinliği… Hani yakışmıyor da değil sana! Yani şunu diyorum pek de şık duruyor üstünde nankörlük!
” Bravo!”
“Sadece dinle!”
Nereden bilecektim insanlığa aç, şifa isteyene biilaç; mahrem olana dikilen bir göz, helal olana savrulan kem bir söz olduğunu? Nasıl anlayacaktım insan olduğunu, değere değerle karşılık verdiğini, iyiliğe iyilikle… Meğer tüm bunlar sende kocaman bir hiçmis. Seni ihata eden nankörlüğü görmek için bana da gözlük lazımmış. Nan gibi kutsal sayılan nimetten sayacaktım seni. Allah korumuş beni ki senin gibi kalp gözü kör olana muhtaç etmemiş, baş eğdirmemiş, kul eylememiş.
“Ah, ah! Ben de böyle seslenebilseydim keşke kendi nankörüme?”
“O zaman bütün nankörlere olsun sarf ettiğim her söz.”
“Tamam.”
Nankörlüğün sözlük anlamı adındır. İyilik bilmez, söz dinlemez, hak bilmezsin. Bir kuru ekmeksin bana tatsız tuzsuz, kayıtsız kuytsuz bir nesnesin, parasız pulsuz bir insan.
Sana güzel şeyler söylemek isterdim. Çiçeklerden bahsedip kuşlardan dem vurmak isterdim. Baharı anlatacaktım yemyeşil, kar suyuyla coşan dereleri, dağların heybetini ve insanların kaypaklığını, samimiyetsizliğini ama tüm bunları bir kenara itip bir çocuğun gülüşünü… Sebepsiz mutlu olmayı, gülümsemeyi ve adını haykırmayı.
” Ne güzel ama!”
” Anlatamadım ama!”
Sana güzel şeyler söylemek isterdim. Kucak dolusu sevgi ve kalp dolusu övgü sözcükleri…Ama yok işte, hak ettiğin ağız dolusu sövgü ve dile dolanıp işlenen nankörlük denilen el işlemeli örgü… Ömrüm hep çile. İyilik bilmez, şükretmez, minnet eylemez. Kalkıp da yok yere naz eyleme! Nazım ne de güzel ifade etmiş:
“bazıları kör’dür,
bazıları nan’dır
bazıları da nankör’dür” diye. Nan Farsçadır ve ekmek demektir. Körse Türkçedir görme yetisini kaybetmiş olan demektir. Bu iki kelime yan yana geldiğindeyse elindeki ekmeği görmeyen, kıymet bilmeyen, değer vermeyen anlamında “Nankör” çıkar ortaya.
“Elindeki nimetin kıymetini bilmeyen? Güzelmiş.”
“Aynen.”
“Bir de kediye nankör derler, bu külliyen yalandır. İnsandır aliyy-ül a’la nankör, kedi insan olursa ancak olur nankör!”
” Yüzde yüz haklısın.”
“Teşekkür ederim. Yüreğime tercüman oldun.” Onun bu serçe yürekli hali canıma değen bir ağrı oldu. Onun bütün acılarını içime çeken bir vakum olmayı ne kadar da diledim rabbimden o an. İkimizde şahit olduğumuz nankörlükleri yok sayarak çıktık kahve diyarından yürek yüreğe.
Geriye nankörlük üzerine sarf ettiğimiz sözler, gözyaşları ve beddualar kaldı.
Kahvenin telvesinde kalp resmi vardı bir de!
kaptan