Güneysu Dergisi, 131. sayı
Sana bir hikâye anlatayım mı, dedi. O kadar masum söyledi ki bunu görseydiniz tutup öperdiniz kalbinden onu. Ya da kirpiğinden başlardınız sevmeye o an. Kırılacak yerlerinden mesela kalbinden ve kirpiğinden… Latif olana latif olmak lazım… Zarif olana zarif… Onu tarife de lüzum yok, izahata da.
Göğün mavisine bir bulutluk da olsa gölge yapmadan, gölün mavisine bir dalgalık da olsa taş atmadan, çiçeğin kırmızısına bir fırçalık da olsa karalık çalmadan ve çiçeğin en hasına bir dokunuşluk da olsa hor bakmadan…
Bu kadar mı ince olur bir kalp ve o incelik hep kırıldığı halde, incindiği ve ağrıdığı… Bulut gibi bembeyaz ve yumuşacıktı sesi. Hiçbir kirlenmişlik yoktu bakışında. Ve gülüşünde sahtelik bulamazdınız. Aklı ülkem gibi aydınlıktı ve kalbi dünya kadardı. Tek kendisine dardı.
Anlat, dedim “hikâyeni.” Gözlerime bir baktı, hikâyesi sanki gözlerinden gözlerime aktı. Sildim gözlerimde onun yaşını. Sözlerimde ne varsa ona dair saçtım üzerine; çiçek çiçek, öpücük öpücük, gülücük gülücük… Şad ol, dedim. Yâd et seni ihya edecek her ne varsa! Ve seni üzecek her neyse, kimse onu da Allah’a havale et!
Dudağının kıvrımında bir gülümseme peydah oldu sandım ki güneş doğdu. Gözlerim kamaştı gülüşünü görünce. Ömrümden ömür aldı o an. Kalbim durdu sandım. Beni can evimden vurdu: kalbimden. Ah çeksem ne yarar ki? Çile çekmeye geldim ben bu âleme. Kaderim kederimdir bende. Bir harflik bile şansım yok yaşama dair. Ah!
Bir mum alevi gibi parladı ve çabucak söndü. Onun da gücü yoktu gülümsemeye bile, anladım. Bu nasıl bir dermansızlık, her yanımız sızı içinde… Çok seven insan da olur bu yorgunluk ve sevdiği kadar sevilmeyen… Of!
Saçının her bir telinin kalbi olsa eminim onu da sevdiğine verirdi ve sevdiğini milyon kalple severdi. Böylesine sevmek hiçbir kula nasip olmaz. Bana bir hikâye anlat, dedim onun bana sorduğu şekliyle. Onu anladığımı bilsin istedim, önemsediğimi… Kirpiğini aşağı indirdi. Dudağını sımsıkı kapadı. Haydi ama naz yapma! Anlat hikâyeni bana, dedim.
Islaktı gözleri ve sözleri. Siz yağmurun sadece dışınızı mı ıslattığını sanırsınız? Asıl yağmur içinize dökülür ve kimse görmez ıslandığınızı. Sırılsıklam olur yüreğiniz, içiniz ıpıslak olur. Ne saran olur sıcacık kollarıyla üşüyen bedeninizi ne de saran olur şefkat beziyle kanayan yaranızı. Hüzün dünyasına indirilmiş bir Âdem olursunuz. Üryan hislerinizle kalırsınız uluorta.
Hüzün makamında bir şarkı çalıyordu teypte. Saçlarının karalığı çökmüştü gündüzün üstüne. Açtı öpülesi dudaklarını ve ömre şifa olması icap eden sözlerini sakladı. Can alıcı kuşlara benzeyen sözleriyle hikâyesini anlattı. Canımın ağrıdığını, içimin kanadığını bilmezdi. Ağzına verdiği mermiyle söz tabancasının tetiğine bastı. Kalbimden vurdu.
Herkesin bir şiiri vardır. Hikâyesi… Romanı… Dillere destan kahramanlıkları vardır insanın anlattığı. Canından çok sevdiği… Ömrünü verdiği… Öldüğü… Onun hikâyesi de buydu bana anlattığı. Hüznümün serlevhası yaptığım… Kalp duvarıma astığım, aklı tabelama yazdığım: “En büyük hikâye gelmesini beklediklerimizin gelmemesidir.”
GÜRHAN GÜRSES