AY DERGİSİ, 8. SAYI
Yaşlı bir teyzeyle tanıştım bugün. Adı Hafize Teyze’ydi. Yokuşu zar zor çıkıyordu, aldım arabaya. Hayatın yükü onu yavaşlatmış ve sırtına da mecazi bir yük bindirmişti. Bu yüzden iki büklümdü. Onu eve bırakana kadar konuştuk biraz. Bazen nedensiz dalıverirsin bir sohbete. Öncesi yoktur ve sonrasını da hesap edemezsin. Doğaçlama olur genellikle bu tür sohbetler. Laf lafı açar. Kısa süreye yaşanmışlıkları sığdırıverirsiniz maharetle.
Kocasını çok ama çok sevmiş Hafize Teyze, yakın zamanda da kaybetmiş. İnsan sevdiğini kaybetti mi aslında kendisini de kaybeder. Kocasını kara toprağa defnetmişler lakin kara bulutların altına da kadıncağızı.Allah rahmet eylesin ölene ve kalana. Birisi öldü mü hakikatli sevenlerden defin iki kişilik olur illaki.
Hafize Teyze hafta içi her gün torun bakmaya geliyormuş bu koca yokuşu tırmanıp. “İyi de teyzeciğim, sen zaten şu yaşam denen koşturmacada hep yokuş tırmanmışsın. Artık düzde kalıp dinlenmen gerek.” dedim. “Bak sırtındaki kambura. Hem bu dünyanın yükü hem de ötelerin. Hem görünen bir yük hem de görünmeyen…” Ben böyle deyince o da: “Bu kutsal yüke hamal benim evladım.” dedi. “Razıyım. Şikayetçi de değilim hiç.”
Eli sürekli kalbindeydi. Bu dikkatimi çekti. Patavatsızca ve bir o kadar da merakla: “Çok mu yoruldun teyzeciğim, kalbin mi çarpıyor?” dedim. İnsanın içini delen ve içine işleyen bir yarım nazar attıktan sonra: “Kızım!” dedi, durup gözlerime baktı sonra da cümlesini tamamladı: “Kocam orada, o yüzden kalbimi tutuyorum.” O, böyle deyince içim sızladı. “Nasıl güzel bir kalptir göğüs kafesinin altındaki? Kaldı mı senin gibisi teyzem?” diye haykırıp sarılmak istedim bütün içtenliğimle ama yapamadım bunu. Sonra istemsizce elimi kalbimin üstüne götürdüm ama hiçbir şey hissetmedim.
Hafiz Teyze Elazığ ağzıyla konuşuyordu. Kalbi ağzında olan insanları her zaman sevmişimdir. Çünkü hissetikleri her şeyi pat diye döküverirler ortaya. Hafize Teyze de inandığı, doğru bildiği ve yılların ona katmış olduğu deneyimle: “Eksik etekler, şimdi her şeyleri var sanıyor ama ben onlara bakınca kocaman bir acı görüyorum. Yüzleri asla gülmüyor. Bak senin de yüzün hiç gülmüyor.” dedi. O böyle deyince dondum kaldım. Bu kadar mı ele veriyordum kendimi? İç acılarımı kim görebilirdi ki? Hem kimse bilemezdi çünkü deşifre etmezdim içimdekileri Allah’ın hiçbir kuluna. Ya da içimdekileri dökebilecek bir yürek bulamadım bu yaşıma kadar. Yarama pansuman, kanamama tampon olacak birini… Yüzü gülmeyen yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca insan var, kabul ediyorum. Kimse iç kanamasını söylemez, aşikar kılmaz, ayan etmez cümle âleme.
“Dünyevi her şeyi olanlardan eylemesin rabbim bizi.” dedim hüzünlü ama kısık bir sesle. Hafize Teyze de, “Amin.” dedi. “İyi de teyzeciğim, benim yüzümün gülmediğini neden söyledin? Bildiğin ama benim bilmediğim bir şey mi var?” O bunu deyince ve ben de savunma psikolojisiyle ona cevap vermeye, kendimi mutlu göstermeye çalışınca gözlerim doldu. HafizeTeyze yine pat diye oturttu: “Açsın sen de.” dedi. “Neye?” dememe fırsat vermeden sayıp döktü: “Sevmeye sevilmeye, özlemeye özlenmeye, şefkate merhamete, ilgiye iltifata…” O böyle deyince gözyaşlarım hücum etti birden. Yumdum bir an için gözlerimi. Kimse içimdekileri görmemişti, bir zahmet gözyaşlarımı da görmesin hiçbir kimse. “Belli ki sevilmemiş kalbin.” diye devam etti. Kurşun gibi geliyordu hakikatli sözleri. Tecrübe işte. “Her şeyi vermiş kocan belki ama esirgemiş en kıymetli olanı senden.” O böyle deyince haykırmamak için zor tutum kendimi. En kıymetli olandan mahrum yaşadım bugüne kadar. Halbuki sevmek de sevilmek de bedava. İnsan neden esirger ki seni seviyorumu birbirinden?
Kapının önün geldik durduk. Hafize Teyze gitsin istemedim. İçimden de “Keşke yol daha uzun olsaydı.” dedim. Hafize Teyze inerken arabadan son bir kez daha baktı bana ve dedi ki: “Kızım, yüreğin çok ama çok güzel. İyi dinle beni. Bak, rabbim ne güzel insanlar çıkarıyor karşına. Şatafatlı masalar kurup, incili örtüler serip, aç var mı yok mu düşünmeden tek bir öğüne bile sürü yemek yapan sonra o masaya bakmaktan kocasına bakmayan kadınlardan olma sakın!” Sözleri ok gibiydi, batıyordu cana. Sonra devam etti Hafize Teyze: “O adamların ilk derdi karınlarını doyurmak, ikinci derdi de senden istediği gönlünü doldurmak!” sözünü bitirir bitirmez “Ama nasıl Hafize Teyze?” dememe fırsat vermden: “Ben kocama Harput köfte yapardım, yanına soğanı kırar, cücüğünü ağzına verirdim.” Hafize Teyze cücük deyince güldüm gayrihtiyari. “Hafize Teyze, iyi de cücük ne?” dedim. “Vahh vahh!” dedi ama o böyle deyince ben kendimi çok eksik hissettim. “Cücük, soğanın en ortası, en güzel yeri…” diye tamamladı ünlemini. “Anladım.” deyince devam etti o da: “Yani şimdiki çağalar her şey güzel olsun diye yırtınıyorlar ama sevmeyi unutuyorlar.” Aslında dediği çok doğruydu Hafize Teyze’nin. “Haklısın Hafize Teyze.” dedim. “Elin kalbinde değilse o eve sakın girme!” dedi. Baktım elim kalbimde değildi ama Hafize Teyze’nin eli kalbindeydi.
“Kaybetmek senin için kurtuluşsa onu sevmemişsin demektir. Kaybetmek senin için nefes alamamaksa işte o zaman doğru evdesin. Git şimdi bu soruyu sor kendine?” dedi, inip gitti. Bakakaldım ardından.
O an hayatımın dersini verdi bana Hafize Teyze. Eve girerken özellikle dikkat ettim ama ne yazık ki elim halen kalbimin üstünde değildi.
GÜRHAN GÜRSES