GÖZLÜK DERGİSİ, AKİF ÖZEL SAYISI, MART NİSAN 2021, SAYI: 9/10
Milli şairimiz… Geleceği karanlık görüp her şeyden elini eteğini çekmek kadar zelil bir hâl gelmemiştir hiçbir vatan evladının başına. Lakin ati karanlıktır bugün, maziyse yoktur. Neden sana bunca reva görülen, edilen ve yapılanla
Aklım bana küstü, idrak edemiyorum maalesef! Yokluklar çekti ve yokluklar içinde ebediyet intikal etti. Bu yokluk hayatı çocukların da miras kaldı. Doğum ve ölüm tarihleri arasındaki kısa çizgi ne de sürgün ne de yoksul ne de dolu ne de karakterli ne de sarsılmaz bir iman ve ne de sağlam bir yere basışla geçti. Halini bilmeyene anlatmak, anlamayana saydırmak, idrak etmek istemeyene haykırmak lazım.
“Ey dipdiri meyyit: “İki el bir baş içindir.
Davransana… Ellerde senin başta senindir.”
Yaşayan ölüleriz, Akif o günden görmüş. Bugün eller de bizim değil, başlar da… Tembeliz hasetten, hımbılız, tombuluz beynen. Bir elimiz Batı, bir elimiz Doğu… Beynimizin bir yarısı hüzünlü, bir yarısı mesut… Dilimiz bize ait olana şartlı ve habis bir ur gibi yaklaşırken bize ait olmayana bal kaymak gibi yaklaşıyor. Dışı alabildiğine cafcaflı olan para ediyor, içi cafcaflı olan tipten kaybediyor. Özür diliyorum senden Ey İstiklal Marşı Şairi Mehmet AKİF! Seni anlayamadığım, haykıramadığım için; sana reva görülenler, kadrini kıymetini musallada dahi bilmeyenler ve evladı iyaline yapılanlar için…
İki sarı yaprak kâğıdıyla yazdığı marş… Yokluktan, imkânsızlıktan iki sarı yaprak kâğıt… Birini karalama kâğıdı olarak kullanırken diğeriniyse İstiklal Marşı’nın son halini yazacağı ve meclise sunacağı kâğıt olarak saklıyordu! Kâğıdı ve kalemi tükendiğinde çakıyla duvara yazacak aklına gelen mısraları…
Ölüm tarihi 1936… Bir garip ölmüş diyeler, mezar taşına dahi yıl düşmeyeler… Oysa bu toprağın insanı kadirşinastır, kıymet bilirdir. Herkes doğumundan başlar biz ölümünden başlayalım.
“27 Aralık 1936 gününün akşamı vefat eder. Cenazesi, Beyazıt Camii’ne getirilir. Vefat haberi karşısında resmî kurum ve kuruluşlar, en ufak bir girişimde bulunmazlar. O zamanlar Hukuk Fakültesi’nde öğrenci olan Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer’in yanısıra, Mithat Cemal Kuntay ve merhum edebiyat profesörü Abdülkadir Karahan gibi bazı öğrenciler, Akif’in cenazesinin Beyazıt Camii’ne geleceğini haber alırlar. Cami avlusunda beklemeye başlarlar. Namaz vakti yaklaşmasına rağmen herhangi bir hareketlilik göremezler. Bir süre sonra caminin dışındaki lokantanın önüne bir cenaze arabası yanaşır. İki kişi, üstünde örtü bile olmayan bir tabutu indirmeye çalışırlar. Cami avlusunda, Akif’in cenazesini bekleyen o birkaç üniversite öğrencisi, tabutun fakir ve örtüsüz hâline acıyıp yardım etmek isterler. Cenazenin yanına yaklaşınca, örtüsüz ve kimsesiz tabutun Mehmet Akif Ersoy’a ait olduğunu öğrenirler ve ağlamaya başlarlar. İçlerinden birisi koşa koşa lokantanın bayrağını alıp getirir ve vatan şairinin üzerine örter. Namaz vaktine kadar olan kısa süre içinde yüzlerce üniversiteli vatanperver öğrenci, Akif’in cenazesinde buluşur. Cenaze, musalla taşında beklerken üzeri ay yıldızlı bayraklarla süslenir. Cenaze merasiminde, bir tek resmî kişi ve kuruluş yer almaz. Vatan şairinin tabutu, üniversiteli gençlerin omuzları üzerinde, Edirnekapı Şehitliği’ne kadar taşınır. Akif’in cenazesi başında, gür sesleriyle İstiklâl Marşı söyleyen gençler, daha sonra tekbirlerle cenazeyi defnederler.”
Burada tarihe düşülen notta, resmi zevattan Allah’ın hiçbir kulunun dahi bulunmamasıydı. Atılan imza, düşülen şerh, yok sayılan bir değer bugün hâlâ var, lakin onun cenazesini son vazife addedip uğurlamaya gitmeyenlerden kaç tanesi biliniyor?
O para için yazmadı İstiklal Marşı’nı. Şan ve şeref için de yapmadı bunu öyle olsaydı eğer vadedilen ödülü alırdı hem de sırtında emanet paltoyla dolaştığı günlerde. Şan ve şeref içinde yapmadı bunu “Safahat”ına alırdı eğer öyle olsaydı.
Yıl 1962’dir. Gariban ve pejmürde kılıklı bir adam İstanbul’da bir köşe yazarının odasına girer ve ondan cüzi bir para yardımı ister. Münasip bir para alır gider. Bir kaç ay sonra tek sütunluk haber yayınlanır gazetelerde. Bir çöp bidonun yanında bir erkek cesedi. Kimsesiz, sahipsiz ve yalnız… Fotoğrafı vardır gazetede. Akif’in oğludur. “Kim bu sahipsiz ve kimsesiz ve biçare naaş!” diye sordu bir ana. “Kuran şairi Mehmet Akif ERSOY’UN oğludur.” diyemedi dilim. Başka söze ne hacet? Ne ölümdür biliriz.
1982’de emekli maaşıyla geçinir bir adam. Bu maaş yetmemektedir ona. Sıkıntı göbek adıdır bir bakıma. Kaderidir ya da! Bu zor ve ağır şartlar altında hastalanır. Bu da yetmezmiş gibi sahipsiz ve bakımsız günler geçirir burada. Masrafları fazladır, hastane faturası yüklüdür. Bu kadar paraya bu kadar tedavi ile iyileşmeden daha küçük ve daha az masraflı başka bir hastaneye nakledilir. Ama bu hastane onun hastalığına kâfi gelemez ve emekli maaşıyla geçinen adam bir akşam ansızın ölür. Masraflarını karşılayacak denli parası olmadığından bütün masraflarını Üsküdar Belediyesi karşılar. Bu adam Akif’in oğlu Tarık ERSOY’DUR. “Kim bu fakir cenaze ki belediye defnediyor?” diye sordu yaşlı bir amca. “İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif ERSOY’UN oğludur o!” diyemedi yüreğim.
1991 yılında Beyoğlu’nda oturdukları evlerinde kira ödeyemediği için yaka paça atılan yaşlı kadın ve torunları… Atanlar, hırpalayanlar bakmazlar kim olduklarına, soyuna sopuna aldırmazlar. O kadın ki Mehmet Akif’in kızıdır. “Kimdir bu, evinden atılan, biçare ve mağdur?” diye sordu bir ecnebi. “O kız, o kız… İstiklal Marşı Şairi Mehmet AKİF’İN kızıdır.” diyemedi vicdanım.
2007’de bir gazetede yazmıştı. “Akif’in İstiklal Marşı’nı duvarına kazıyarak yazdığı Ankara’daki evi bakımsızlıktan dökülüyor.” Şimdi gözlerimden dökülen nisan yağmurları değildir damla damla. Yüreğimden akıp gelen isyan, nefret ve serzeniştir delice. “Nedir bu evin önemi?” dedi bir çocuk. “Bir milletin tarihinin şanının çakıyla duvara kazıldığı yerdir.” diyemedi izanım.
Ve bütün bunlar 1921’den beri İstiklal Marşı’nı okurken cereyan ediyor ülkemde.
“Çöz de artık ömrümün kördüğüm olmuş bağını
Bana çok görme İlahi, bir avuç toprağını…”
GÜRHAN GÜRSES