Gökten inmişti adeta yoksa mutlaka onun gibisine rast gelirdim, değil mi? Çarşıda, pazarda, sinemada, tiyatroda… Bir şekilde her yerde illaki denk gelirdik onunla. Aşkta, sevdada, şiirde, sazda, sözde…
Ondan gayri biri kalır mı şu özde? Yürek ona meylettikten sonra bu dünyada hep közde ve o hep gözde…
Ey Sitare! Sensin bu gönle düşen yare, aklı kevgire çeviren meşgale… Kim öle kim kala diye bir ağız yapmak istiyorum, seni sevdikten sonra fark etmiyor bana. Cana minnet, akla ziyansın.
Daha önce görmemiştim Sitare’yi. Daha önce yoktu bu dünyada eminim. Yoksa yazık olurdu bu cana, aynı dünyada yaşayıp da bu yaşa kadar onunla yüz yüze gelememek! Evet evet, o bu dünyada yaşamıyordu. Aklıma yatıyor bu, mantığım kabul ediyor. Göklerden gelmişti, bu olabilirdi. Muhakkak seyyarelerin birisinde yaşıyordu. Yeryüzüne düşen her yıldız onun gözyaşlarıydı.
Sitare olmasaydı eğer karanlıklar çok çirkin olurdu. Sitare, karanlığın üzerindeki en güzel ve en parlak nakıştır. Geceleri göğe baktığınızda sizlere gülümseyendir. Elinizi uzatıp da tam tutacağınızı zannettiğiniz ama bir köpük gibi avucunuzdan kayıp gidendir. Akıl onu idrak etmekten aciz, kalp ise ona ev sahibi olmaktan bizardır.
Ah be Sitare! Kalbimde açtın onulmaz bir yâre! Yeryüzünde yoktu onun gibi güzeli, büyülüyordu gözleri. Suyun içine düşen bir damla mavilikti gözleri, rengini okyanusa veren… Göğün ortasına düşen bir tutam mavilikti bakışı, göğü masmavi eyleyen.
Şimşek çaktığı yeri yakıp kül eder ya o da öyle yapıyordu. Yakmak istediği yüreğe bir çift belalı bakışını odaklıyor ve onun bakışlarına maruz kalan can da bir ölü gibi kendi kalbini ister istemez ona teslim ediyordu. Yoktu onun gibi bakan bu âlemde ve onun gibi yakan. Gönlüm pare pare ondan sonra, her tarafım yara bere içinde. Sanki “Sana bir baksam!” demişti vakti evvelde, canını kül ederim bak! diye ikazda da bulunmuştu. Onu gördükten sonra şimdiye kadar ne kadar boş baktığınızı anlamak mümkündü. Hani şöyle bir bahçeye çıksa abartısız ve istisnasız bahçedeki bütün çiçekler başlarını öne eğer ve hicaplarından kıpkırmızı olurdu. Beyazı da kırmızı olurdu, yeşili de mavisi de. Salkım söğütler yere kadar eğilir ve yaprakları yeri süpürürdü. Serviler nazlı nazlı salınıp dururdu. Onu görenlerı asalet bahçede geziniyor diye düşünürdü, bazıları zarafet çiçeklere konuyor diye düşünür bazıları da taravet (tazelik) geldi derdi.
Ah be Sitare! Sensizliğe bundan sonra var mı çare? Güneşi avucuna alıp onunla aydınlanan ve ısınan bir adam, bir daha güneşi avucundan yere düşürür mü?
Sitare! Yıldızsın sen, göğün en parlak yıldızısın, gönlümün… Ömrümün en vazgeçilmezisin. Ayrılığın gayri çekilmezdir. Bulutları çekip de üstüne beni sensiz koma bu koca yeryüzünde. Şöyle bulutların ardından bakıversen de olur bir yüz görümlüğü, güzelliğinin sadakası niyetine…Yüzünü gösterdiğinde gözlerimi göğün tavanına dikmiş bir şekilde bulacaksın beni. Kirpiklerim sana doğrultulmuş bir ok gibi duracak ve kirpiklerimi sana yollayacak olan kaşlarım da bir yay gibi gerilmiş duracaktır.
Bütün isimler sana bağlanıyor sanma ki yazmıyorum seni, anmıyor ve sevmiyorum. Büyüyen bir yangınım sana, artan bir sel ve şiddetlenen bir fırtınayım. Sitare! diye adını sayıklıyorum, bütün kuşlar düşüyor yere. Hepsi Züleyha olmuş da Yusuf’un adını duyuyor sanki. Herkesin Yusuf olamadığı bir dünyada Züleyha olmak da marifettir. Herkesin Leyla olduğu bir çağda Mecnun olmak da kolaydır.
101 kere maşallah ülkesini sevene… 101 kere 1001 kere olur inşallah… 101 kere maşallah çocuklara…
Mezar dahi kabul etmez sizi. Toprak istemez, börtü böcek bile. Yılan, çıyan da dokunmaz size.…
Bir yanımız Narin çocuk… Bir yanımız Sıla bebek… Bir yanımız Diyarbakır… Bir yanımız Tekirdağ… Kuzeyi…
Bir çocuk vardı alışveriş merkezinin önünde. Elinde selpak, ayağında terlik, burnunda sümük, dudağında uçuk…Gözünde kapkara…
This website uses cookies.