Bir babayla 5 yaşındaki oğlu eski hükûmet konağının bahçesindeki bankların birinde oturuyordu. Karnı beline yapışmış, zar zor adım atan, servetifünun romanlarından kaçmış, hastalıklı ve meyus kahramanlara benzeyen, gözlerinin feri ve beti benzi atmış yaşlıca bir adam da yan taraflarındaki bankta oturuyordu.
Simitçi geçiyordu önlerinde. Simitlerin üst üste simetrik bir şekilde dizildiği tepsiyi simitçi çocuk ustaca başının üstünde tutuyor ve bu ustalığın getirmiş olduğu rahatlıkla da “taze gevrek” diye bağıyordu. Orada oturanlar artık bilinen ve alışılagelen bir şekilde simitlerden alıp güvercinlere atıyorlardı. Bu simit alışverişi güvercinleri oraya topluyor ve güvercinlerin insanlara kadar korkusuzca sokulmalarına müsade ediyordu.
Yiğit, bir simitçiye bakıyordu, bir güvercinlere, bir de göz ucuyla yan taraflarındaki yaşlı adama.
“Baba, simit alıp güvercinlere atalım.” dedi gözleri gök mavisi Yiğit. Oğlunun içindeki hayvan sevgisini bilen babası onun kumral saçlarını gurur, mutluluk ve sevgiyle okşadı. “Tabi ki, simitçiii, oradan iki simit ver bakalım.” dedi babası. “Biri güvercinlere biri de Maviş’e.” Yiğit de
“Baba” dedi ‘üç tane al!’ “Çok mu acıktın? Üç olsun bakalım.” Simitçi çocuk, saman sarısı kağıt kaseye üç tane simiti koyup Yiğit’ e verdi. Parasını alıp “Taze gevrek bunlar.” diye bağırmaya devam etti.
Gözleri gök mavisi Yiğit, gönlünün de gök genişliğinde olduğunu ve kocaman bir kalp taşıdığını elindeki simitlerden birini yanlarındaki yaşlı adama vermek için attığı ufacık ama insani adımla gösterdi. Seyrettim onu. Simiti alan yaşlı adam gözlerindeki nemi kolunun yan tarafıyla sildi. “Adın ne senin güzellik?” dedi. “Yiğit.” dedi gök gözlü çocuk. “Hımmm maşallah sana. Ömrün bahtın hep açık olsun. Rabbim sana hayırlı, sağlıklı ve başarılı bir ömür armağan etsin.” Yiğit de: “Amin.” dedi. “Peki sana bir sorum var güzel çocuk, müsaaden olur mu sormama?” Yiğit sesini çıkarmadı. Yaşlı adam da fazla uzatmadan: “Büyünce ne olacaksın?” diye sordu. Yiğit, güvercinlere elindeki simitten kopardığı parçaları attı, sonra başını kaldırıp maviliklere baktı. Bir uçak, ardında beyaz dumanlar bırakarak gidiyordu, ağaçların dalları arasında bir karga da çaktırmadan ona bakıyordu. Araç kornaları durmadan çalıyordu. Bir ambulans sireni de yol vermeleri için onları uyarıyordu. Güvercinlerden oluşan bir kalabalık da etrafını sarmıştı ve insanlar gelip geçiyordu. Kimi neşeli, kimi gamlı, kimi mütebessim bir şekilde aceleyle yürüyordu. “Ne kadar da insan var?” diye aklından geçirdi Yiğit “ve insan kadar da güvercin.” Sonra yaşlı adamın sorusuna gayriihtiyari cevap verdi: “Büyüyünce insan olacağım.” dedi. “Ve simitlerin tamamını alıp hem güvercinlere hem de sana vereceğim.”
Bir babayla 5 yaşındaki oğlu eski hükûmet konağının bahçesindeki bankların birinde oturuyordu. Ve karamsarlığa düştüğümüz, umutsuzluğun ufkumuzu kara bir bulut gibi sardığı zaman diliminde bir güneş doğuyordu Yiğit’in gözlerinde ve yarına dair umut ışığı beliriyordu onun “İnsan olacağım.” sözünde.
Ne kadar da insan olamadık bu dünyada? Oysa çok basitti insan olabilmek ve kalabilmek… Sadece bir güvercin, bir yaşlı adam ve onların karın tokluğunda saklıydı insanlık. Sadece elindeki lokmayı paylaşmak yeterdi.
KAPTAN