Tercüman Dergi, Yıl 2, Sayı 3
Gürhan Gürses, RUŞENDİL
Baktığı ne bir ressamın en meşhur resmiydi duvarda duran ne de usta bir fotoğrafçının deklanşöründen çıkmış fotoğrafıydı. Ne bir film karesiydi ekranda izlediği ne bir dans gösterisiydi sahnede icra edilen. Belki size çok da inandırıcı gelmeyecek ama onun gözünü kırpmadan baktığı ve dakikalarca önünde durduğu şey bir aynaydı.
Altın sarısı çerçeveyle ona uygun bir fon olan siyaha boyanmış, bir duvara monte edilmiş, evin giriş kısmını olduğu gibi gören ve yansıtan bir ayna! Avizelerin ışıltısı aynaya yansıyordu ışıklar yanınca, bir renk cümbüşü o an evin dört duvarında raks ediyordu akşamları. Ama bu ışıltıdan ziyade aynanın huzurunda Albay’ın adeta topuk selamını çakmış, bir üst komutanının karşısında verilecek emre amade bir şekilde duruşu herkesin dikkatini celbetmişti.
O, pürdikkat aynaya bakıyordu -ki biz öyle zannediyoruz- evdekilerde ona. Onda hayata dair herhangi bir nişane yoktu, evdekilerde de onun bu yarı ölü halinden dolayı bir korku ve şaşkınlık fazlasıyla mevcuttu. Ayna nasıl sırlıysa insan da öyle sırlıdır işte. Siz aynaya bakarsınız ayna da size bakar. Aynadaki her ne kadar yansımanız olsa da bir gün çekip alabilir içine sizi. Hakikatiniz bir saniyede hayal olur. Dünya da o ayna gibidir. Bizler de bu yaşamı aynaya bakan Albay gibi yaşıyoruz ama bunun farkında değiliz. Kendimizi hayatın içine atıp kaybettiğimiz zaman belki de çokluktan kurtulup tekliğe intisap etmiş olacağız.
Albay, aynanın karşısında duruyordu öylece, kaskatı kesilmişti. Hani şöyle kolunu jiletleseniz kanı akmazdı. Gözleri kapanmıyordu, kirpikleri yumulmuyordu ve soluğu sanki kesilmiş, kalbi de atmıyor gibiydi.
Tutsanız elini taştan bir eli tutar gibi olurdunuz. Dokunsanız omuzuna betondan bir duvara dokunuyor gibi olurdunuz. Gözlerine kilitlenseniz sizi delip geçen bir bakışla muhatap olurdunuz.
Üzerine düşen ışınları yansıtabilen cilalı yüzeylerin genel adıdır ayna ve pürüzsüz, düzgün bir yüzü vardır aynanın, arkası da “sır” adı verilen bir karışımla boyanmıştır. Aynanın mahiyetinde saklı duran bu sır onun da varlığının odaklandığı ve hayat bulduğu sırdı. Hani bir kelime dese ya da anlamsız da olsa bir ses çıkarsa, göz kırpsa, kaş oynatsa, el işareti yapsa insan anlayacak ne olduğunu bir şekilde.
Efsanelerdeki taş kesilme motifinin modern zamanda vücut bulmuş şekli gibi duruyordu.
Kaç dakika geçti öyle ama bu dakikaların her biri yüzyıl gibi geliyordu. Evdeki herkes onun bu sabitkadem duruşunu büyük bir korku ve sessizlikle izliyor, bir şey yapamamanın vermiş olduğu rahatsızlıkla da kimse yerinde duramıyordu. Bir şey yapmayı isteyip de yapamamak insanı mahveder. Bir ara ellerine gözüm ilişti Albay’ın, kapalıydı. Sımsıkı hem de. Avucunda bir şey sakladığını düşündüm ve bu sakladığı şey her neyse mutlaka onun bu taşlaşmış haliyle bir bağlantısı vardı.
Yelkovan ve akrebin birbirini kovalarken çıkardığı ses, o salondaki küçük topluluğun nefes alışını dahi bastırıyordu. Herkes soluksuzdu. Bir karınca vardı masada, ayak sesi yankılanıyordu dört duvarda, bir kelebeğin kanat çırpışı yüzümü yalıyordu. Kaloriferin altına gizlenmiş olan kediciğin yürek çarpıntısı dahi bize bando takımının davul sesi gibi geliyordu. Evin yanan ışığı adeta Albay’ın üzerine odaklanmış gibiydi ya da biz öyle görüyorduk. Bir tiyatro sahnesindeymişiz gibi duruyor ve rolümüzü icra etmek için sıramızın gelmesini bekliyorduk.
Sessizlik insanı sağır eder, eminim. Çaresizlik de mahveder. Konuşsan olmuyor, sussan için razı gelmiyor ve böyle her şeye tetikte beklemek insana kendisini kötü hissettiriyor, bu suskunluğu giderememek de insanın başını önüne eğmesine sebep oluyordu. Kaç dakika bekledik onunla birlikte böyle kaskatı. Anne baba, abla abi, kardeş, çoluk çocuk; karınca, kelebek, kedi… Bir ara baktım saksıdaki hatmi çiçeği bile canlanmış olan biteni izliyor.
Albay bir ara avucunu açar gibi oldu. Ve -bilerek yaptığına inanıyorum- top haline getirilmiş bir kâğıt parçası düştü avuçlarından yere. Kimse görmedi biliyorum ama ben öğretmen olmamın vermiş olduğu göz çabukluğu ve dikkatiyle hemencecik yakaladım o anı. Okullarda kopya çeken çocukların hazırladığı ve işi bittiğinde top haline getirip sıra altına attığı kağıtlara benziyordu bu. Dikkatimi çeken bir husus da benim dışımdaki herkesin Albay’ın tesiriyle olsa gerek adeta kıllarını dahi kımıldatmadan durmasıydı. Eğilip aldım Albay’ın iki ayağının arasına düşen kâğıt parçasını. Açtım ve okudum taze gözyaşlarıyla ıslanmış ve mürekkebi akmış şu âcizane satırları: “Sana bir ayna vereceğim ve sen o aynaya baktığın her vakit beni göreceksin.” demişti sevdiği kadın ona yıllar evvel “Ve sen o aynada beni görmediğin gün bu dünyadan gitmiş olacağım.” diye de bitirmişti. Altında da imzası vardı kadının: “Ruşendil” diye.